Ablamla Bodrum’dan Patara’ya seyahat rotamızın ikinci gün hedefi: Kelebekler Vadisi ve Kabak Koyu. Ölüdeniz’ deki otelimizde yaptığımız lezzetli ve doyurucu kahvaltı sonrası bu iki koyu keşfetmek üzere yola çıktık.

Kelebekler Vadisi

Otelden ayrıldıktan yaklaşık yirmi dakika kadar sonra yoldaki araç trafiğini görünce Kelebekler Vadisine gelmiş olduğumuzu anladık. Ve yol kenarında park edilmiş onlarca araba arası bulduğumuz ilk boşluğa, adeta kaparcasına, yaklaştık ve arabamızı park ettik. Beş on adımla vadiyi kuş bakışı görebileceğimiz yol kenarındaki alana geldik. Kalabalığın arasından ve bulunduğumuz noktadan, vadinin görünüşü oldukça sınırlı. Bunun üzerine orada bulunan çoğunluğun yaptığı gibi biz de yol kenarındaki bariyerleri aştık, yamaçtan aşağı cesaretimizin el verdiği ölçüde indik. Yaptığımız iş hiç güvenli olmasa da, yükseklik korkusundan ayağımız biraz titremiş olsa da varmış olduğumuz kaya üzerinde manzara nefes kesici. Birbirimize ‘risk aldık ama saatlerce bıkmadan seyredebiliriz’ diyerek yaptığımız inişi normalleştirmeye çalıştık.

Tepeden, Kelebekler Vadisinin en alt noktasına, ya da sahil seviyesine demek belki daha doğru, yürüyerek iniş (profesyonel tırmanışçı değilseniz) mümkün değil. Ya sahile tekneyle ulaşacaksınız ya da tepeden manzarayı seyredeceksiniz. Biz manzarayı seyretmekle yetindik. Vaktimiz kısıtlı olduğu için ayrıca tekneyle sahile ulaşmayı düşünmedik.

Kelebekler Vadisine tepeden bakmalı, mutlaka bir tanesi ‘Ben Buradaydım’, bir tanesi ‘Manzara’ konulu en az iki fotoğrafınız ve bir videonuz olmalı, derim. Otoyoldaki araç park kaosuna ve ziyaretçilerin güvenliğine çözüm bulunması gerektiğini düşünerek aklımızda kalan vadi manzarasıyla Kabak Koyuna doğru yola koyulduk.

‘Ben Buradaydım’ Fotosu

Kabak Koyu

Kelebekler Vadisinden yaklaşık 10km sonra Kabak Koyu tabelasını gördük. Sahile doğru asfalttan toprağa dönen yolda kıvrıla kıvrıla boş bir araziye ulaştık. Aracımıza yaklaşan kişi, kendisini otopark görevlisi olarak tanıttığında, oranın otopark olduğunu anladık. Şöyle bir bakınca otopark: arazinin eğiminden üç sete dönüşmüş, engebeli ve taşlı geniş toprak alan. ‘Otopark parası peşin’ dedi. Yapacak bir şey yok! Orası için, çok pahalı (2020 Eylül fiyatı 20TL) olsa da otopark ücretini ödedik ve aracımızı park ettik. Otoparktan sahile 300metre kadar yürümemiz lazım. Arabadan attığım ilk adımda yerden kalkan toz, ayağımı bileklerime kadar sarımsı bir renge boyadı. Otopark öyle tozlu ki, o toz asla temizlenemez. En kötü ayakkabınızı ya da plastik yıkanabilir terlik giymenizi tavsiye ederim. Plajda şemsiye ve şezlong olmadığını daha önce okumuştuk. Arabaya ulaşımımız kısıtlı göründüğü için, açılıp kapanan rejisör koltuklarımızı ve plaj havlularımızı alarak yürümeye başladık. İnerken koydaki pansiyonların bir kısmını gördük. Sağa sola döne döne yarım saatte sahile vardığımız taşlı yolda elimizdekilerin ağırlığıyla biraz yorulduk. Hatta yolda dönsek mi diye düşünüp, bir kaç kişiye ‘sahil nasıl’ diye sorduk. Hem ‘çok güzel’ hem de ‘deniz köpüklü ve pis’ yorumlarını aldık. Kendi deneyimimizi edinmenin en iyisi olacağına karar vererek yolu tamamladık. Sahilde, taşlı bir plaj ve dalgalı bir denizle karşılaştık. Taşlık olması nedeniyle denizin rengi berrak ve turkuaz mavi. Hemen sandalyelerimizi açtık, tozdan arınmak ve sıcaktan serinlemek üzere yüzmek için denize yöneldik. Keşke deniz ayakkabım yanımda olsaydı. Ayağıma batan taşlar sebebiyle denize girmedim adeta denize düştüm. Uzun uzun yüzdüm. Denizden çıkarken de ayaklarıma batan taşlardan doğrulamadım, dalgaların beni savurmasıyla çırpına çırpına ve taşlara vura vura, biraz hırpalanmış şekilde sudan çıktım. Şimdi yazarken pek korkunç geldi ama öyle kötü değildi hatta o çabadan biraz keyif bile aldım. Denizin kokusu ve mavisi beni benden aldı.

Sandalye taşımak zor derseniz, havlunuzu sermeden önce batmaması için plaj taşlarını biraz düzenlemeniz gerekebilir. Konfor yarattığı için biz sandalyelerimizi taşıdığımıza memnun olduk. Bir müddet sonra acıkınca plajın hemen yanındaki, tek seçeneğimiz olan, restoranda lahmacunlarımızı afiyetle yedik. Sınırlı beklentimize göre bulduğumuz menü bize zengin göründü. Etraftaki masalardan gördüğüm ve anladığım kadarıyla yemekleri de güzel. Koyda yiyeceğe ulaşım sorunu yok denilebilir. Bir müddet daha sahilde oyalandık ve o zorlu yolu tırmanmaya enerjimiz olmadığı için fahiş (Eylül 2020’de 300metre için 25TL) fiyata da olsa taksi tutarak mutlu, mesut aracımıza döndük.

Plajın insan eliyle bozulmamış olmasını ben çok sevdim. Kaputaş plajının, o nefis, orijinal hali gibi. Doğayla iç içe konaklama imkanları sunan Kabak Koyunda kalmak bana cazip gelmedi. Ancak koyda muhtelif konaklama alternatifi mevcut. Öte yandan manzaraya hakim tepedeki lüks otellerde de kalabilirsiniz. Bu durumda otellerin lüksünü bırakıp plajın doğasına inmek ister misiniz? Emin olamadım, tercih size ait. Bana göre: sahil hakkında bilgilenerek ve şartları kabullenerek bir kere de olsa gidilmesi ve yüzülmesi gereken koylardan Kabak Koyu. Rejisör koltuğunuzu ve sadece gerekli plaj malzemelerinizi yanınıza alın, aracınızı park ettikten sonra ki 300 metrelik sahile yürüyüşünüzü yapın, deniz ayakkabınızı giyip denize girin ve doyuncaya kadar yüzün, acıkırsanız restoranda atıştırın, en az iki üç saat zaman geçirin ve sonra bedeli ne olursa olsun taksi ile aracınıza dönün derim.

Akşam üzeri Ölüdeniz’deki otelimize günün keyfiyle gülümseyerek döndük. Dün Sultaniye Kaplıcaları, Dalyan Boğazı ve İztuzu Plajı , bugün Kelebekler Vadisi ve Kabak Koyu ile dolu dolu iki nefis gün geçti. Yarın Pınara Antik Kenti ve Patara nasıl etkileyici olacak kim bilir! Akşamdan yarının heyecanı başladı bile.

Yazan:

Acemiyim Ben

Keşfettiğim yerleri, keyif aldığım ve paylaşmanın değer katacağını düşündüğüm yaşama ve seyahatlerime dair konuları paylaşmak üzere